Öteden beri garibime gider; hatta öfkelendirir beni. İhlas Suresi’nin tam kalbindeki o kelimeyi Kur’ân’a meal yazanlar “bir” ya da “tek” gibi bir kelimeyle açıklamakla yetinirler. De ki O Allah ‘Tek’dir. Bu kadar mı? Hiç heyecanlanmaz mısınız? Oysa, ‘Ehad’ kelimesine yine arapça ‘Vahid’ kelimesinin de karşılığı olacak bir anlam veriyorsunuz. “Ehad” ile “Vahid” kelimeleri arasında sizin “tek” ya da “bir” diye geçiştirebileceğinizi sandığınız benzerlik varsa, İhlas Suresi’ni “Gul huve’llahu Vahid” diye okumamıza da cevaz vermeye hazırlanın.
Şükür ki Said Nursi diye biri düşünür var da “Ehad”i hayatımın merkezine koyuyor. Ehad’in beslediği Ehadiyyet gerçeğini bir inciyi işler gibi işlemiş ve kulaklarımıza küpe eyliyor. Bu arada şu meşhur “99 Esma” listesine “Ehad”in alınmayışı da ayrı bir üzüntü sebebimdir. Her ne kadar hadise dayandırılmış olsa da bu listenin keyfî olarak yapıldığını düşündürüyor bana. Benim hazırladığım 99 Esma listesinden ‘Ehad’ mutlaka vardır; listeyi 100’e çıkarmakta beis görmem.
Öncelikle insan yüzünde arıyor Ehad ve Vahid farkını Nursi: Özetle, her insan yüzü ana hatlarıyla benzerdir. Ağzın burnun yerleşimi, gözlerin ve yanakların pozisyonu, şükür ki birbirine benzer. Buradan anlarız ki tüm insan yüzleri bir elde yapılmadır; Vahid olan Tanrı’nın işidir. Ancak, tek elden çıka işlerin tek-düze olması da beklenir ama insan yüzleri öyle değildir. Yaratıcı her bir insan yüzünü diğerine benzetirken-ki buna ihtiyacımız var, yoksa birbirimize canavarlar gibi görünürdük-son derece ince fırça darbeleriyle her bir insan yüzünü biricik ve eşsiz yapıyor. İşte bu Ehad olan Allah’ın işidir.
Vahid ve Ehad arasındaki denge her daim bize iyiliktir. Her bir insan yüzü diğer insan yüzlerine tümüyla aykırı ve yabancı değildir ama diğerleriyle karıştırılacak kadar da sıradan ve monoton değildir. İnsanın biricikliği ‘tanıdık’ yüz görme ihtiyacımızı ihlal etmez. İnsanın hep tanıdık olması, ise biricik olma ihtiyacımızı gölgelemez. Yoksa, her birimizin yüzü aynı yüzü taşıyan diğerlerinin kabalıklarıyla haczedilirdi. Biricikliğimize gelen her türlü sınırlama, itibarımızı ve haysiyetimizi zedeler, onurumuzu ve aşkımızı elimizden alırdı.
Vahid ve Ehad arasındaki denge her daim bize iyiliktir. Her bir insan yüzü diğer insan yüzlerine tümüyla aykırı ve yabancı değildir ama diğerleriyle karıştırılacak kadar da sıradan ve monoton değildir. İnsanın biricikliği ‘tanıdık’ yüz görme ihtiyacımızı ihlal etmez. İnsanın hep tanıdık olması, ise biricik olma ihtiyacımızı gölgelemez. Yoksa, her birimizin yüzü aynı yüzü taşıyan diğerlerinin kabalıklarıyla haczedilirdi. Biricikliğimize gelen her türlü sınırlama, itibarımızı ve haysiyetimizi zedeler, onurumuzu ve aşkımızı elimizden alırdı.
İnsan yüzü, biriciktir, bi’tanedir, benzersizdir. O yüzün biricikliği her birimize bir kimlik kazandırır. Rahmetli O’Connor’un şarkısının tatlı tınısında akışan aşk dolu gerçeğin ta kendisidir: “Nothing compares to you….” “Hiç kimse senin gibi değil” Gençliğimden beri aradığını bulmuşların sevinciyle dinlediğim bu şarkı, bana ilahiyatçıların kaçırdığı İhlas Suresi tefsiri gibi gelir.
Yine rahmetli Dr. Haluk Nurbaki’nin tefekküründe ‘Ehad’e dair o özel notu okuyunca bir daha Sinead O’Connor’a müteşekkir oldum. Nurbaki diyor ki: Ehad’in anlamı hazır bulunan bir şey değildir; senin emeğinle inşa edeceğim, ter dökerek tadacağın bir biricikliktir. Diyelim ki birini seviyorsun, çok seviyorsun. Dışarıdan bakanlar için insanlardan biridir o. Dışarıdakiler için ikinci bir insan daha vardır, üçüncü de dördüncü de… Ama senin baktığın yerden o insan sadece bir tanedir; “nothin’ compares to him/her” Artık iki diyemezsin. Âşık olduğun insan bir’dir, biriciktir. O insanı ‘bir’ diye saydıktan sonra ‘iki’ye gücün yetmez, ‘üç’ demekten utanırsın. İşte ‘ehad’in ifade ettiği ‘bir’ ‘iki’si olmayan ‘bir’dir. Hep orada, hep orada kalır insan. Sadece bir’ini her defasında yeni bir heyecanla söyler ama tekrarlamaz asla. Her ‘bir’ deyişi ilk ve son defadır; bi’dahası yoktur o demenin.
Bu harika farkındalık bana her daim tilkinin Küçük Prens’e verdiği dersin özünü hatırlatır. “Beni evcilleştirirsen, ben senin için tilkilerden bir tilki olmaktan çıkarım, sen de benim için çocuklardan bir çocuk olmaktan çıkarsın.” Exupery’nin bu eşsiz eserinde, tilkinin ağzından, bu bakışın, bir şeyi, “gözlerle değil kalple görmek” demek olduğunu öğreniriz: “Aslolan gözle görülmez, aslolanı kalpler görür.”
Şimdi İhlas Suresi’ne dönelim ve soralım: Senin “Ehad” diye bildiğin Allah, sana “insanlardan bir insan” muamelesi yapıyor mu? Yoksa senin yüzüne seni sevenin-hem fiziksel olarak hem duygusal olarak- “nothing’ compares to you” demesine izin verecek muhteşem bir biriciklik mührü mü koyuyor? İster miydin senin de yüzün herkesin yüzü gibi olsaydı. Prefabrik evler gibi görünseydi? Ya da arabaların belli bir modeli gibi aynı kalıptan çıkmış kasalar gibi mi yapılsaydı?
Eğer öyle olsaydı, aynaya baktığında gördüğün “kendin” olmayacaktı! Aynada gördüğüne “İşte ben!” diyemeyecektin. Akşam eve döndüğünde sana resmi ve soğuk bir dille kimlik sorulmasına şaşırmayacaktın. Senin yüzünün aynısını taşıyan birileri soykırım, cinayet, tecavüz gibi yüz kızartıcı işler yaptığında sen her gün utanacaktın, aynaya bakmaktan korkacaktın. İtibarı haczedilmiş bir kimlikle yaşamak zorunda kalacaktın. Haysiyetin küstah ve sorumsuz insanların insafsız işgaline uğrayacaktı her an, sırf aynı yüzü, aynı kimliği taşıdığın için. İyi insan olma umudun, iyi insan kalma kararlığın sürekli sabote edilecekti. Onurun hoyrat eller tarafından çalınacaktı.
Bak şimdi o İhlas Suresi’ne. Onurun bildiğin, kimliğin diye gösterdiğin o yüzün ancak bir kalbin görebileceği biriciklikte verilmiş sana. Ve her an yine yeniden sana özgü bir sima olarak, veçhe olarak bahşediliyor sana.
Veche: “Yüz”den farklı bir kavram olarak burada yerini alsın isterim. Veche, “Allah’ın yönelişi” anlamına gelen “vechullah”ın insan yüzünde kristalleşmesi, sürekli yeni bir kimlik olarak tazelenmesini ifade eder. “Yüzünüzü nereye dönerseniz, Allah’ın veçhini bulursunuz” diye seslenen ayet, her insanın yüzünde, her şeyin yüzeyinde bir ilahi yöneliş olduğunu hatırlatır. Yüzünü döndüğün yerde Allah’ın yönelişi varsa, yüzün olarak döndürdüğün Allah’ın sana yönelişinden başka bir şey değildir. Veçhe, Allah’a göründüğünü gören/bilen bir “yüz”ün memnuniyetidir. Üzerindeki biricik bakışı fark eden bir yüzün eşsiz ve sessiz sevincinin adıdır.
Öyleyse de ki: “Beni biriciği yapan kimse, ben ona ‘Allah’ derim…”
De ki: “Kim beni sadece gözün göreceği sıradanlıktan sıyırıp ancak bir kalbin görmesine değer biriciklikte görünür yapıyorsa, ben ona ‘Allah’ derim.”
De ki: “Kim beni kendisinin biriciği olacak kadar evcilleştiriyor ve beni insanlardan bir insan olarak gör/ün/mekten fazlasını yapıyorsa, ben Ona ‘Allah’ derim.”
Senai Demirci
Samsun’da, 11 Kasım 1963’te doğdu. Uzun bir süre genç olarak yaşadı. Gençliğinin ilk kısmı zor sorulara cevap aramakla geçti. Sonra zor cevapların sorularını sormayı öğrendi. Kolay cevapları sevmedi. Ayakkabıcı çırağı olarak çalıştı. Çokça ayakkabı parlattı. Dağlarda inek çobanlığı yaptı.