Farkında olmadığımız apaçık bir gerçektir: İnsanın “şimdi ve burada” olması, fiziksel olarak mümkün olsa da psikolojik olarak neredeyse imkânsızdır. Çünkü insanın her “şimdi”si, geçmişin hüzünleriyle yaralı, geleceğin korkularıyla sancılıdır. Ne zaman şimdiye yönelse, zihni geçmişin gölgelerine, kalbi geleceğin kaygılarına savrulur. Bu yüzden “burada” olduğunu sandığında bile, başka zamanlarda ve başka mekânlardadır insan. Ruhu, bedeninden daha çok yer kaplar; kalbi, kalıbının sığdığı yere sığmaz; gönlü, gövdesinin eğleştiği yerde eğleşmez. Bu yüzden “şimdi”ye tutunmak çoğu kez parmaklar arasından kayan ince kum tanelerini yakalamaya çalışmak gibidir.

Kur’ân’da insana vaat edilen “sonsuz an”, ruhun ve kalbin zamanına göredir ve şüphesiz bedeni de oraya çağırır. Allah’ın dostlarını anlatırken şöyle denir: “Onlara korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır.” (Yûnus, 62 ve diğerleri). Geleceğin korkularından arınmış, geçmişin hüzünlerinden sıyrılmış bu hâl, ruhun “burada”sı, kalbin “şimdi”sidir.

Önemli bir dipnot: Bu tür ayetlerin özünde şöyle bir nüans vardır. Gelecek söz konusu olduğunda, “onlar için korku yoktur” denir, “onlar korkmazlar” denilmez. Çünkü gelecek kaynaklı korku karşısında insan edilgendir, kırılgandır. Geçmiş söz konusu olduğunda ise, “onlar üzülmez” denir; “onlar için üzüntü yoktur” denilmez. Geçmişten kaynaklanan üzüntüler, insanın kendi üretimidir, kendisi aktif olarak geçmişe üzülür. Bu durumda insan edilgen değil aktiftir. Geçmişin hüzünlerini şimdiye taşımak daha çok insanın kendi tercihidir. Gelecek kaynaklı korku ise geleceğin kendisinden kaynaklanır ancak yine de insan ‘şimdi’sini gelecek kaygısı olmaksızın inşa edebilir. Çünkü gelecekten kaygılanmak, geleceği kaygsız yapmaz, sadece şimdiyi kişinin elinden çalmaya yarar. 

Cennet kelimesi “örtülü olan” anlamına gelir. Kur’ân’ın sık sık tekrar ettiği “altından nehirler akan cennetler” ifadesi, zahirde yemyeşil bahçeler, ağaçlar, meyveler, çiçekler ve zümrüt rengi ırmaklar olarak tasavvur edilebilir. Oysa daha derin bir bakışla, gündelik hayatın katı ve donmuş gerçekliğinin altında, sürekli bir akışın, kuantum titreşimlerinin ve enerji çağlayanlarının varlığını ima eder. Bu “örtülü hakikat”i fark etmek, “cennetin kapısı”nı aralamak gibidir.

Psikolojide mindfulness yaklaşımı da bu hakikati çağrıştırır. Ellen Langer’in öncülüğünü yaptığı mindfulness araştırmaları, insanların katı, kesin ve değişmez çerçevelerle çevrildiklerinde, konfor da vaat etse, aslında çok da mutlu olamadıklarını gösterir. İlk çalışmada, huzurevi sakinlerinin bir bölümüne, doğaçlama yapabilecekleri, iradelerinin ve tercihlerinin akışına izin veren seçenekler sunulduğunda, inisiyatif kullanabilecekleri alanlar açıldığında; hayatlarının akışını hissediyorlar, daha mutlu, daha doyumlu, daha huzurlu olduklarını fark ediyorlar. Kendilerinin ne yaptığı ile ilgili değil “kim oldukları”na dair pozitif bir geri-dönüş pekiştirmesi alıyorlar.

İnsan, “solid”/”katı” görünenin altındaki akışa katıldığında hayatı daha canlı yaşar. Tam bu noktada, metakognitif farkındalık, bireyin ‘şimdi’ye yüklediği duygusal yüklerden kurtulmasını sağlayabilir. Kendi düşünceleri üzerine çıkabilen bir insan, düşüncelerinin ve duygularının kendini yönetmesine izin vermez. Düşünce ve duyguların etkisiyle sürüklenmez. Düşünce ve duygularını gelip geçen bir hâl olarak okur. Mutlak ve karşı konulmaz gerçeklik zannetmek yerine uçuşan bulutlar gibi uzaktan izleyebilir. Bu farkındalık, geçmişin gölgelerinden ve geleceğin sislerinden özgürleşmeyi kolaylaştırır.

İşte “cennet anı” dediğimiz an’ın eşiğine böylece varılır: Görünürdeki katılığın altında akmakta olan o sürekli enerjiyle, akışla göz göze gelinir. Geleceğin korkularının silindiği, geçmişin hüzünlerinin erişemediği bir akış anıdır bu. Sonsuz ve kristal bir an. “An”ı saf ve duru yaşamak; yekpâre bir duyuşun içinde var olmaktır. İşte “sonsuz an” budur: Kaygısız, korkusuz, endişesiz, acısız, kedersiz, hüzünsüz bir nefes. Zamana sığmayan, mekândan taşan bir huzurla varlığın en çıplak hakikatiyle baş başa kalmak.

Yazıyı Paylaş

Senai Demirci

Samsun’da, 11 Kasım 1963’te doğdu. Uzun bir süre genç olarak yaşadı. Gençliğinin ilk kısmı zor sorulara cevap aramakla geçti. Sonra zor cevapların sorularını sormayı öğrendi. Kolay cevapları sevmedi. Ayakkabıcı çırağı olarak çalıştı. Çokça ayakkabı parlattı. Dağlarda inek çobanlığı yaptı.

Bir yorum bırak

Mail Listesine Katıl

YENİ BULUŞMALARDAN VE YENİ YAZILARDAN HABERDAR OLUN

İstenmeyen posta göndermiyoruz!