Seks, performanstan çok kabullenmeyle ilgilidir — kırılgan olmayı kabullenmektir, muhtaçlığına razı olmaktır. Bir başkasının önünde kendini açmak, alışılmış maskeleri çıkarmak, prova edilmiş rolleri bırakmak ve reddedilme riskini göze almaktır. Seks, başkalarına sahnelenen bir gösteri değil, bir sonuç alma yarışı değildir. Seksin akışı, hep alışık olunan, her fırsatta talep edilen kendini kanıtlama yükünden sıyırır insanı. Seks, bedende ete kemiğe bürünmüş otantikliktir: Sonuç alma telaşına kapılmak değil, derin ve büyüleyici bir akışa katılmaktır. Çünkü hakiki yakınlık performansta değil, hazır oluşta saklıdır. Seks, gerçek yakınlığın, saf kucaklaşmanın, net kabullenişin olduğu yer neresiyse sadece oradadır. Rekabet kokusunun alındığı, kınanma korkusunun yaşandığı hiçbir yerde cinsellik yoktur.


Performansın Ötesinde

Cinsellik çoğu kez biyolojik boyutuyla anlatılır, dürtü kontrolü üzerinden gündeme gelir. Tabuların hükmettiği, yargılamaların eli belinde hazır beklediği ateşli bir alandır. Oysa, cinsellik, bir mahrem yaşantı olması hasebiyle, olduğu gibi olabilmenin, kusuruyla kabullenilmenin, şefkat görmenin alanıdır. İnsanın çekirdek duygusal ihtiyaçlarını karşılayabildiği serin bir gölgeliktir. Kırılganlığımızın, özlemimizin, birleşme arayışımızın aynasıdır. Seksi salt mekanik hazza ya da pornografik bir eyleme indirgemek, ruha nasıl dokunduğunu gözden kaçırmaktır. Dikkatle bakıldığında, cinsellik; kırılganlık, eksiklik, mahremiyet ve aşkınlık üzerine konuşan bir dildir. Özünde, beden üzerinden ifadesini bulan bir ruh akışıdır.

Neredeyse her eylemi sonuç ve başarı merceğinden ölçen modern kültürden, cinsellik de nasibini aldı. Mahrem alanda olduğu halde, bir tür performansa, partnere sergilenecek bir şova, puan alınacak bir yarışmaya dönüştü. Oysa performans, tanımı gereği, rekabet zemininde vardır. Rekabetin olduğu yerdeyse kazananlar ve kaybedenler olacaktır. İnsan bedeninin otonomik sinir sistemi, rekabetin ve kıyaslamanın olduğu bir zeminde cinselliği yaşayacak yumuşaklığa kavuşmaz. Hayatta kalma modunun “savaş-sıvış” telaşına kilitlenir. Mahrem ve helal dairede, cinsellik, görünme kaygılarından sıyırır insanı, puan toplama yarışından kenara çeker. Rekabet zeminini yıkar,  kaybetmenin de kazanmak gibi güzelleştiği, kazanmanın kaybetmenin kollarında ağırlandığı huzurlu bir teslimiyet akışına alır.


Kabul Psikolojisi

Seks, performanstan çok kabullenmeyle ilgilidir — kırılgan olmayı kabullenmek. Bir başkasının önünde kendini açmak, alışılmış maskeleri ve prova edilmiş rolleri bırakmak, en mahrem düzeyde reddedilme riskini göze almaktır.

Klinik psikolojinin hatırlattığı üzere, kırılganlık güvenin doğum yeri, öz-şefkatin beslendiği topraktır. Cinsel bağ, insanın muhtaç olmaktan utanmadığı, onurlu bir bağlılıkla tutunduğu bir beşik işlevi görür. Bağlanma, burada, dışarıya değil içeriye dönmektir; gösterişsiz yakınlıklar yaşamak, su içer gibi doğal bir ruhsal doyum deneyimlemektir. Kendini kanıtlama zorunluluğundan kurtuluştur. Otantikliğin ete kemiğe bürünmüş hâlidir: sonuçlara kilitlenmek değil, büyüleyici bir akışa bırakmaktır. Bu akışın ve kabullenmenin olmadığı yerde bir mahremiyetten söz edemeyiz, dolayısıyla cinsellikten de söz edemeyiz


Tenden Öte, Tenden Âlâ

Psikoloji kırılganlıktan bahsederken, tasavvuf ‘cem’den — yani bir olmaktan, bütünleşmekten — söz eder. İslam’da insa halleri, fark (ayrılık) ile cem (birlik) arasında akar. Fark, insanın kendi kendine yeter sanma yanılgısıdır; cem ise yetersizliğini kabul etmek, tamamlanmaya duyulan ihtiyacı itiraf etmektir. İslam literatüründe cinsel birleşme, kökü “bütünleşmek” anlamındaki cima sözcüğüyle ifade edilir. Birleşmek teslim olmaktır; ve teslim olmak zayıflık değil, zarif bir kudrettir— egonun pençesinden sıyrılabilme gücüdür. Bu hal, tasavvuftaki fakr anlayışına denk düşer: Fakr, insanın hiçbir şeyin sahibi olmaması değil; hiçbir şeyin insana sahip olmamasıdır. Başkasına değil, Allah’a muhtaçlık halinde olmaktır, tam bir tokluktur. Âşık, fakr halinde şunu itiraf eder: “Ben kendi başıma tamamlanmış değilim.” Bu fakr hali, bir aşağılanma değil, bütünlüğün kök saldığı bereketli bir topraktır. Derviş ihtiyacını inkâr etmez, kutsar. Aynı şekilde cinsellik de bedenin eksikliğini itiraftır: “Ben ötekine muhtacım.” “Ötekiyle tamamlanırım, ötekini de tamamlayabilirim.”

Sufiler mahremiyeti hem örtünme hem açılma olarak betimler. Keşf — yani örtünün kaldırılması — zahirden batına doğru geçiştir. Cinsellikte, bedene sadece şehvetle dokunulmaz, şefkatli bir okşayış da talep edilir. Böylece cinselliğin tenden öte, tenden âlâ derinliğine dokunulur: Gövdenin kıvrımlarında ruhun parıltısıyla tanışılır. Bu tanışmada, partnerler, yalnızca bedenlerini değil, ruhlarının ince tatlarını da beden kâsesine dökülmüş şarap gibi birbirlerine sunarlar.

İslam’ın tesettüre yaptığı vurgu erotizmi derinleştirmeye hizmet eder. Bedensel detayların, duygusal ifadelerin, mahrem alanda ifadesi, helal dairede açığa vurulması, bu karşılaşmanın enerjisini yükseltmek içindir. Yoksa, sürekli kaçak veren bir baraj gibi; su biriktirememiş olur ve enerji üretemez. Saklananın en sonunda açığa çıkışı bir beklenti enerjisi üretir. Yüksek gerilimin boşalması bir lezzet patlaması yaşatır.

Arzu saklı kalarak çoğalır. Libido örtülü kalarak derinleşir. Sonunda bir baraj gibi, kapaklar açıldığında taşan enerji, ruhu ve bedeni birlikte sarar. Ama mahremiyet dağılır, sıradanlaştırılırsa — güç zayıflar, buluşmanın mahrem elektriği sönümlenir.

Sufi şairler, erotik arzu ile ilahî vecdi üstü kapalı özdeşleştirir. Mevlânâ, “Aşk bütündür, biz parçalarız” der. Âşığın sevgili karşısındaki titremesini, insanın Allah karşısındaki huşuu ile bir tutar. İbnü’l-Arabî’ye göre ise beşerî aşk, ilahî aşkın aynasıdır; sevgilinin güzelliği, İlâhî Veche’in tecellisidir. Cinsellik, şu halde, sadece bedensel değil, tüm ikiliklerin eridiği nihai bütünleşmeyi anlatan kutsal bir kaynaşmadır.


Varoluşsal Paradoks

Varoluş felsefesi, insanın çelişkiler içinde yaşadığını vurgular. Bir yandan bağ kurmak isteriz,  bir yandan ayrışmak isteriz. Bir yandan birleşmeye susarız, bir yandan bireyselliğimize tutunuruz. Cinsellik, bu paradoksları bedende sahneler. Sözcüklerle değil, dokunuşlarla çelişkilerimizi çözer. Hem eksik hem tam, hem ben hem öteki olduğumuzu ete kemiğe büründürür. Cinsellikte, gerilim ve çözülme iç içe geçer; utanma ve kabullenme barışır; acı ve haz, birbirini tamamlayan yoldaşlar olarak buluşurlar.

Sufiler bu ritme kabz (daralma) ve bast (genişleme) der — kalp atışları gibi. Cinsellik bu kozmik ritmin bedensel bir provasıdır. Öyle ki acının iniltisi hazzın iç çekişine katılır; utancın kızıllığı, kabullenmenin ışığında erir.

Varoluşçu bir bakışla, cinsellik bize ölümü öğretir. Bedenin kırılganlığıyla ölümlülüğümüzü açık eder. Ama aynı zamanda bedenin aşkınlık taşıdığına da işaret eder: Anlık ve keskin orgazm hali, zamanı ve egoyu eriterek sonsuzluğa doğru kanatlandırır insanı. Bedenler, doyum sırasında, adeta kâğıt gibi incelir ve ruhların kendini ifadesine kapı aralar. Kierkegaard’dan Sartre’a pek çok düşünürün vurguladığı gibi, beden benliğin zindanı değil, sahnesidir. Ve cinsellikte bu sahne adeta bir mabede dönüşür.


Ruhun Okulu

Maskelerden sıyrılmış, rekabetten arındırılmış bir cinsellik, salt biyolojik bir işlev ya da geçici bir haz değildir. Bir ruh okuludur. Kırılganlığı, teslimiyeti kabul ettirir. Daralma ve genişlemenin med-cezirine alır insanı. Psikolojik savunma duvarlarını yıkarak, insanın iyileşebileceğini gösterir. Tasavvuftaki vecd halinin paraleli olarak yaşanır. Anda olmanın lezzetli bir okulu olur.

Gerçek cinsellik, sadece iki bedenin değil, iki ruhun da buluşmasıdır. Her bir beden, bütünleşme ve tamamlanma umuduyla kendini diğerine açar. Korkusuz ve kaygısız olmayı öğrenir. Çıplaklığın ve savunmasızlığın yuvasında kınama alışkanlığından ve kınanma korkusundan uzaklaşır. Ve o an ruh, kadim bir hakikati fısıldar: “Teslim olmak kaybetmek değil, bulmaktır. Kırılganlığını kabul etmek, bulunmaktır.

Yazıyı Paylaş

Senai Demirci

Samsun’da, 11 Kasım 1963’te doğdu. Uzun bir süre genç olarak yaşadı. Gençliğinin ilk kısmı zor sorulara cevap aramakla geçti. Sonra zor cevapların sorularını sormayı öğrendi. Kolay cevapları sevmedi. Ayakkabıcı çırağı olarak çalıştı. Çokça ayakkabı parlattı. Dağlarda inek çobanlığı yaptı.

Bir yorum bırak

Mail Listesine Katıl

YENİ BULUŞMALARDAN VE YENİ YAZILARDAN HABERDAR OLUN

İstenmeyen posta göndermiyoruz!