Kendimce bir mantar hikâyesi anlatırım gençlere.
Çocukluğumda — altı yaşlarımda — dağ köyümüzde üç-dört büyükbaş hayvanın çobanlığını yapardım, benden bir yaş küçük amcam Salih’le birlikte. Fındık ağaçlarıyla kaplı yamaçların bize en güzel vaadi, her yağmurdan sonra topraktan tazecik fışkıran mantarlardı.
Ateşimizi yakar, közde pişirir, büyük bir iştahla yerdik. Çocukluğumuzun en tatlı gastronomi zaferiydi bu. Fakat yıllar sonra tıp fakültesinde öğrendim ki, o zafer aynı zamanda ölümcül bir tehlikeymiş.
Kulakları çınlasın hocamız Roger, mantar tiryakisini bir mafya üyesine benzetirdi:
“Mafya yaşlıysa yenidir; eskiyse yaşlanamadan ölmüştür.
Hem yaşlı hem eski mafya olmaz.
Mantar tiryakisi de öyledir:
yaşlıysa yenidir,
eskiyse ölüdür.”
Yıllar sonra, mantar zehirlenmesinin tıp tahsilinde ciddi bir başlık olduğunu öğrenecektim.
Yıllar geçti; şimdi Roger’ı bulsam şöyle derdim:
“İşte hem eski hem yaşlı mantar tiryakisi burada.”
Basit Ama Kurtarıcı Bir İlke
Gerçekten de büyüklerimiz, bazı mantarların zehirli olabileceğini söylerdi ama asla bizimle ilgili bir kaygıları olmazdı. Çünkü bize çok basit bir hayat ilkesini öğretmişlerdi:
“Yenilebilir olanları adın gibi bil; gerisini bilmek zorunda değilsin.”
Bizim yediğimiz sadece üç-dört mantar türü vardı.
Onları çok iyi bilir, pişirir, yerdik.
Asla bir mantarı elimize alıp “acaba zehirli mi değil mi?” diye uzun uzun düşünmezdik.
Gerek yoktu.
Bir sürü zehirli ihtimali ezberlemek yerine, sadece birkaç güvenli seçeneği çok iyi biliyorduk.
Neyi yiyeceğimizi çok iyi bildiğimiz için, ne yemeyeceğimiz konusu kendiliğinden çözülüyordu.
FOMO Çağında Bir Yaşam Dersi
Bugün dönüp bakınca fark ediyorum:
Bu sadece bir çocukluk alışkanlığı değil, bir yaşam felsefesiymiş.
Özellikle “FOMO” — Fear of Missing Out — çağında, dikkatimizin bu kadar dağılmış olduğu bugünlerde, ne yapacağını bilmek artık en değerli ilke.
Neyi istediğini bilmeyen insan, neleri yapmayacağını da bilemez.
Ve bu bilinmezlik, onu binlerce küçük kararsızlığın ortasında boğar.
Bir ömrü, seçenekler arasında bocalayarak geçirir.
Michelangelo’nun Meleği
Michelangelo o kadar güzel heykelleri nasıl yaptığını şöyle açıklar:
“Önüme konulan kaba saba mermere uzun uzun bakarım.
Sonunda içindeki meleği gördüğüme emin olunca,
o meleği taşın içinden çıkarıp özgürleştirmek için fazlalıkları yontarım.”
Eğer hayatta meleği göremezsen, fazlalıkları yontamazsın.
İçindeki aslı görürsen, seni engelleyen fazlalıkları, seni oyalayan toksik ilişkileri, seni yoran lüzumsuz ‘evet’leri kesip atarsın.
Biricik Şeye Sadakat
Ben buna kendimce “ısmarlama otistik olmak” diyorum:
Yani gönüllü bir dikkat daralmasına çağırıyorum herkesi.
Kendimizi dağıtmadan, odağımızı bir köz gibi üfleyerek, alternatifleri öldürecek kadar keskin bir kararlılıkla yaşamaya.
Hazır mısın buna?
Her şeyi değil, sadece bir şeyi seçmeye;
her ihtimali değil, bir hakikati benimsemeye;
her şeye sahip olmaya değil,
bir tek doğruya adanmaya…
Yaşamak, yüzlerce mantarın ardı sıra koşturmak değil
üç mantarı güvenle ve zevke yemektir.
Senai Demirci
Samsun’da, 11 Kasım 1963’te doğdu. Uzun bir süre genç olarak yaşadı. Gençliğinin ilk kısmı zor sorulara cevap aramakla geçti. Sonra zor cevapların sorularını sormayı öğrendi. Kolay cevapları sevmedi. Ayakkabıcı çırağı olarak çalıştı. Çokça ayakkabı parlattı. Dağlarda inek çobanlığı yaptı.
