Mahatma Gandhi, Güney Afrika’da bir seyahati sırasında, bir beyaz yolcunun şikayeti üzerine, gece yarısı trenden atılır. O geceyi tren istasyonunun soğuk bir köşesinde titreyerek geçirir. Öfkelenir. Bu soğuk gecenin sabahına dünya tarihini dönüştürecek bir fikirle çıkar: Satyagraha. Evvel emirde “sivil itaatsizlik” ya da “şiddetsiz karşı çıkış” olarak çevrilen bu düşüncenin tohumu Gandhi’nin onca soğuğa rağmen içinde sıcak kalan öfkesidir. Öfke duygusunun tohumladığı bir düşüncedir satyagraha.
O gece Gandhi’nin karşısında tek bir soru vardı: Öfkemle ne yapacağım?
Öfkesini inkâr etmedi, yok saymadı, yutmadı, bastırmadı. Ama serbest de bırakmadı. Bir taşkınlığa dönüştürmedi, bir şiddet davranışı olarak açığa çıkarmaya niyetlenmedi. Orada öylece görünüşte pasif olarak ama içinde sürekli bir eylemi ağırlayarak olarak bekledi. Ghandi, öfke gibi temel bir duyguyla ne yapılacağını dair üçüncü bir yol buldu: Öfkeyi taşımak ya da öfkeyi hazmetmek ya da öfkenin tadına bakmak.
Ghandi, öfkeyi sabaha kadar içinde taşıdı. Canlı ve sıcak bir halde. Ama kontrolü altında. Öfkeye teslim olarak değil, öfkeyi yok ederek değil. Öfke ile aktif bir etkileşime girerek. Satyagraha düşüncesi, öfkenin varlığına saygılı olmanın yanında öfkeyi saygıyla ifade etmeyi, ihtiyatla eyleme dönüştürmeyi anlatır.
“Öfkeyi Yutmak” Yanılgısı
Psikoloji çalışmaya başladığımda beri, Kur’ân’ın Âl-i İmrân Suresi 134. ayetine verilen anlamı sorgular oldum. Meal, çoğunlukla, özellikle kendilerini otorite sayan din bilimcilerin tercihi olarak, şöyle: “Onlar öfkelerini yutarlar.”
Kanaatimce bu çeviri iyi niyetli, ama yanlış yönlendiriyor insanı. İnsan fıtratına aykırı bir anlam çıkarılıyor insan fıtratının yazılımını anlatan Kitab’tan.
“Öfkeyi yutmak” demek, öfkeyi bastırmak, öfkeyi içine atmak, öfkeyi susturmak, kendine zarar verme pahasına öfkeyi dışlamak demek.
Ayette “yutmak” diye çevrilen fiil, k-z-m kökünden gelir. Kazm, Kazm, Arapçada su dolu bir tulumun ağzını bağlamak demektir. Tulum suyla doludur; içerik oradadır. Basınç ve ağırlık da vardır. Ama taşma yoktur. Ayette seçilen ‘kzm’ köküne bağlı kalırsak, ayet şunu demez: “Öfken yok olsun.” Şunu der: “Sen öfkene teslim olma.”
Ayetin “öfke” diye çevrilen ikinci kelimesi gayzdır. Gayz, basit bir sinirlilik değildir. Gayz, haklılıktan doğan yoğun bir öfke hâlidir. Öfkeye haklılık refakat etmektedir. Haklılık kendisini öfke diye seslendirmektedir.
Şu halde, Kur’ân, insandan öfkesini yok saymasını, yutmasını istemez, haklı bir öfkeyi taşımasını, o öfkeye anlam sunmasını, o öfkeyi onarıcı bir enerji kaynağı olarak değerlendirmesini ister. Zaten bu cümlenin ardından gelen “insanları bağışlarlar” ifadesi, bağışlamanın konusu olan “haksızlığı”n izini sürer. Öfkesini yutan ya da yok sayan “bağışlama” gibi bir eyleme erişemez
Satyagraha: Bastırılmamış Öfkenin Etiği
Satyagraha çoğu zaman “pasif direniş” olarak anlatılır. Bu eksik bir anlatıdır. Satyagraha, psikolojik olarak bakıldığında, ileri düzey bir duygu düzenleme pratiğidir.
- Öfkeyi inkâr etmez.
- Öfkeyi kutsamaz.
- Öfkeyi aklıyla filtre eder.
Gandhi’nin o gece yaptığı şey, kanaatimce, tam olarak budur:
Öfkeyi unutmadı ya da yutmadı. Öfkeyi kusmadı ya da taşırmadı. Öfkeyi taşıdı. Öfkeyi etik bir eyleme dönüştürecek enerjiyi içeride sımsıcak tuttu. Bu zayıflık değildir. Bu kaçış değildir. Bu, güçlü bir özdenetimdir.
Âl-i İmrân 134’ün devamı çoğu zaman gözden kaçar:
“Ve insanları bağışlayanlar…”
Bağışlamak, öfkenin şiddete dönüştüğü yerde yoktur.
Bağışlamak öfkenin bastırıldığı yerde yoktur.
Bastırılmış öfke, ‘bağışlama’ tavrın zemin olmaz; olamaz. Bastırılmış ya da taşırılmış öfke büyür, patlar, zehirler, akar yıkar. Bağışlama ancak sorumlulukla taşınmış bir öfkenin içinden çıkar. İnsan içinde ne olup bittiğini anlarsa ve olmakta olan öfkenin ne demek istediğini duyarsa, öfkesinin nedeni olan kişileri bağışlamaya hazırlanır. Öfkenin kontrol edilemez bir şekilde taşması, öfkenin kendi sınırlarını ihlal ederek, insanı teslim alması, öfke enerjisinin sağlıklı ve verimli bir eyleme dönüşmesine izin vermez. Tanımlanamayan ve denetlemeyen bir enerjiden yapıcı ve yararlı bir ürün üretilemez. Kendi içine bakabilen insan, içindeki öfkeyi anlar, öfkenin nedeni olan kişi ya da kişilerle arasına mesafe koyabilir. Bu mesafe öfke nedeni olan kötülüğü onaylamak anlamına gelmez. Bu mesafe kötülüğü onaylamamayı ve kötülüğün yükünü içsel bir fırtınaya dönüştürerek insanı tüketen bir travma haline getirmemeyi içerir.
Gandhi’nin yaptığı buydu. Öfkesini inkâr etmedi.
Öfkesinden şiddet de çıkarmadı. Öfkeyle beraber oldu; öfke duygusuna “ya sen ya ben” diye keskin bir sunmadı. “Hem sen hem ben beraber olabiliriz. Birbirimizden öğreneceklerimiz var” dedi olmalı.
Üç Yol
İnsan öfkeyle karşılaştığında önünde üç yol vardır:
- Öfkeyi taşırmak → şiddet
- Öfkeyi yutmak → iç çöküş
- Öfkeyi taşımak → farkındalık
Satyagraha üçüncü yoldur. Âl-i İmrân 134. Ayetinin işaret ettiği yolu anlatır.
Bu yol zordur ama insanı besler ve büyütür. Öfkesine teslim olmamış biri, başkalarını anlayabileceği bir yerde durur. Öfkesini yok saymış biri, kendini anlayamadığı bir kuyuya iter.
Son Söz
Gandhi o gece öfkesinden vazgeçmedi ama öfkesini şiddetin kaynağı yapmadı. Kur’ân, anladığım kadarıyla öfkeyi yok etmeyi, inkâr etmeyi, bastırmayı tavsiye etmiyor. Yutarak içine atmak yerine, derince tadına varmayı tavsiye ediyor. Öfke duygusu ile doğru ve aktif bir ilişki kurmayı öneriyor.
Belki bugün en çok ihtiyacımız olan şey budur: Öfkesiz olmak değil, öfkeyi ahlakî bir sorumluluğa dönüştürmek — hem başkalarını kendimizden korumak hem kendimizi başkalarından korumak için.
Ve belki satyagraha, Kur’ân’ın “k-z-m” dediği tavrın Ghandi’de ete kemiğe bürünmüş hâlidir.
Senai Demirci
Samsun’da, 11 Kasım 1963’te doğdu. Uzun bir süre genç olarak yaşadı. Gençliğinin ilk kısmı zor sorulara cevap aramakla geçti. Sonra zor cevapların sorularını sormayı öğrendi. Kolay cevapları sevmedi. Ayakkabıcı çırağı olarak çalıştı. Çokça ayakkabı parlattı. Dağlarda inek çobanlığı yaptı.
